O yılların gençliği başkaydı. Telefonlarımız akıllı değildi ama muhabbetlerimiz samimiydi. İnternet yeni yeni hayatımıza giriyordu, ama biz hâlâ sokakta oynamayı, saatlerce parkta oturmayı ve dostlarla yüz yüze dertleşmeyi seviyorduk.

Kasetçalarlarımız vardı mesela, sevdiğimiz şarkıları kasete çekmek için radyonun başında saatlerce beklerdik. Bir şarkının başını kaçırınca içimiz cız ederdi. Walkman’lerimiz cebimizdeydi, kablolu kulaklıklarımızla dünyadan kopardık kendimizi. Bir de defter aralarına saklanan mektuplar vardı…

Kimi zaman ilk aşkın heyecanıyla yazılmış, kimi zaman bir dostun iç döktüğü satırlarla dolu…

Mahallede herkes birbirini tanırdı. Akşamüstü sokakta buluşur, saatlerce bir duvar dibinde sohbet ederdik. Ev telefonlarıyla haberleşir, annenin "Telefonu fazla meşgul etme!" uyarısını duyunca konuşmayı hızlandırırdık. Çoğu zaman evden gizlice alınan jetonlarla ankesörlü telefonlardan sevdiğimize tek bir "alo" diyebilmek bile büyük heyecandı.

Televizyonda tek kanallı dönem yeni yeni bitmişti. Herkes aynı dizileri izler, ertesi gün okulda sahneleri tartışırdı. Bir de sokak oyunları vardı… Seksek, misket, yakan top… Bilgisayar oyunları yeni yeni hayatımıza girse de biz hâlâ sokakta vakit geçirmeyi severdik.

O yılların gençliği sabırlıydı, değer bilirdi. Mesajlar bir tuşa basınca gitmezdi, mektuplar yazılır, zarflar özenle katlanır, sayfalar parfümlenir ve postaya verilirdi. Fotoğraflar hemen çekilip görülmezdi, bir film bitene kadar beklenir, sonra heyecanla banyo ettirilirdi. Beklemenin, özlemenin, sabretmenin değerini bilirdik.

90’ların gençliği teknolojiye yetişti ama ruhunu kaybetmedi. O yılları yaşayanlar bilir, o zamanlar her şey daha gerçekti, dostluklar daha sahiciydi, aşklar daha içtendi… Ve belki de bu yüzden hepimiz içimizde o yılların tatlı bir özlemini taşıyoruz.